TARSUSLULAR ANTİK ROMA DÖNEMİN DE BİLE YAYLALARA ÇIKARDI
13.02.2021Antik dönemde Tarsus, Kilikya ovasında, deniz seviyesinden 20-30 m. yükseklikte ve güney kıyılarından yaklaşık 15 km. uzaklıktaydı. Arkasında kuzeye doğru 3 km. uzaklıkta, ova seviyesinden itibaren düzgün bir biçimde tepeler yükselmeye başlar; bunlar geriye doğru, dalgalı ve yavaş yavaş yükselen sıradağlar halinde uzanırken, ayrıca derin vadilerle de kesintiye uğrar; sonunda da, kuzeyde, 50 km. kadar uzaklıkta, Torosların geniş ve yüksek yaylalarına yaslanırdı.
Resim-1
Toroslar ve deniz arasında uzanan Kilikya, deniz seviyesindeki ovayı, dalgalı alüvyon tepelerini ve Toros sıra dağlarının ön kısmını kapsardı. Kuzeydeki sınırlar tarihin belli dönemlerinde değişkenlik gösterse de Roma döneminde Torosların denize bakan yüzünde, ön sırtların zirvesinin yaklaşık 150 metrenin altındaki seviye ile sınırlıydı. Kilikya topraklarının ovada kalan bölümü sulak toprağından dolayı yoğun nem taşıyan sıcaklığıyla ve Anadolu’nun ortasındaki yüksek yaylalara yaslanan Torosların yayvan, yüksek ve fırtınalı yöreleriyle, bölgenin gerçek sınırı olduğu söylenebilirdi. Kuzey yolundan, batıya doğru birkaç kilometre uzaklıktaki Kydnos çayının derin vadisine kadar uzanan bu kalıntıların çoğunluğunun Roma devrine ait olduğu saptanmıştır.
Resim-2
Kilikya ülkesinin bu özellikleri, Kilikya kentleri ve halkı için bir üstünlük oluşturuyordu. Tarsus bu Kilikya kentleri içinde deniz seviyesinden yalnızca birkaç metre yükseklikteki ovada yer alıyordu. Verimli toprağın nemli sıcaklığı ve bunaltıcı havası etkin bir kent ve ticaret yaşamı için aslında elverişli değildi. Ancak genellikle çok verimli ve ağaçlandırılmış olan Toros dağları ve ova arasında, dağ etekleri biçiminde bu engebeli arazinin uzantısı olan bu bölümü, yaz sıcağında da oldukça hoş ve sağlıklı bir yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. Kentin etrafındaki yüksek vadiler ve Toros Yaylası da sağlığa son derece elverişli yerlerdi.
Resim-3
Ancak bu yayla kenti, sadece bir yazlık değildi. Burası basit bir yol kıyısı konaklama ve yazlık bir dinlenme yeri olmadığından, gerçek anlamda korunmalı, kuvvetli bir kente, yani ikinci bir Tarsus’a dönüşerek, gelişmiş bir kent görünümü almıştı. Surlar olasılıkla, istilaların sürekli bir tehlike halini aldığı ve ovadaki kentin gereksiniminden daha fazla, güçlü bir savunma sisteminin çok gerekli olduğu bir zamanda, Roma İmparatorluğunun yıkılması sonrasında inşa edilmişti.
Resim-4
Dağ etekleri Tarsus bölgesi için çok değerliydi. Antik yaşama ait kalıntılarda o dönemde halkın bu bölgede yaşadıklarını gösteren kalıntılar ile doludur. Tarihçiler asıl kentin yaklaşık on beş ya da yirmi kilometre kuzeyindeki tepelerin üzerinde, kısmen yazlık yerleşim yeri olarak kullanılmış olan, aynı zamanda büyük ve düzgün surları bulunan, sürekli orada yaşayan bir nüfusu barındıran, ovadaki Tarsus’tan daha büyük ve güçlü bir kent görünümünde olan ikinci bir Tarsus’tan bahsederler.
Resim-5
Yukarı kent Tarsus tarihinde önemli bir etken oluşturmuştu. Vatandaşlarının canlılık ve enerjisinin asırlar boyu zarar görmeden sürmesinde önemli ölçüde yararlı olmuştu. Anadolu halkının sağlığında çok önemli bir yeri olan kuzey rüzgârlarının zindelik veren esintisini tutan Torosların eteklerindeki ovada bulunan Tarsus’un, bir rahatlık ve tembellik yeri olması kaçınılmazdı; ancak yakındaki bu tepeler, çok sayıda insanın erişmesine uygun konumuyla, sağlığa elverişli yerleşme yerleriydi.
Resim-6
Antik dönemde Grek kentlerinin genellikle sağlıklı koşullarda olması, kısmen su ihtiyacının karşılanmış olması, kısmen yontuları dikilen tanrıların etkisiyle daha da güçlenen bir dini görev konusu olan temizlik ve kısmen de insanların kır hayatını ve dışarıda yaşamayı sevmesi ile yakından ilgiliydi. Greklerde kentlerin yer seçiminde, atmosfer özelliğine ve sağlıklı ortama sahip yüksek yerlere komşu olmasına önem verildiği, buraları gören ve yerleşim yerlerine dikkat eden herkes için bilinen bir olgudur. Yerli halk Tarsus’un bu özelliğini ve kıymetini, şimdi olduğu gibi, geçmişte de her zaman bilmiştir. Şimdi bile, yerli halk, yazın bunaltıcı havaların etkisini yaşamamak için yüksek yerlere yani yaylara çıkmaktadır.
Resim-7
Sir William Mitchell Ramsay (1851-1939) Tarsus (Aziz Pavlus’un Kenti) isimli kitabında yaşadığı dönemde Tarsus’un güneyinde bulunan yörenin, yeniden ilkel dönemindeki bataklık haline dönüşmesine izin verildiği için, kentin ikliminin, bataklıkların kanallarla kurutulduğu ve bu yörenin tümüyle tarıma açık olduğu Roma devrine göre, çok daha bunaltıcı olduğunu anlatır. Ramsay, ancak bu bunaltıcı havaların Tarsus’un konumu ve iklimi sayesinde her zaman için rahatlatıcı olmasını sağladığını ve kent ruhunun asırlar boyu bozulmasını önleyen çok yakındaki yayla kentleri veya yayla yerleşimleri sayesinde olduğunu ve antik çağdan bugüne kadar kendini tanınmış kılan bir kent kimliğini elinde bulundurduğunu belirtmiştir.
Resim-8
Tarihte Tarsus’un yayalarından bahseden sadece Ramsay değildir. 1671 yılında Tarsus'a gelen Evliya Çelebi, Tarsus yayları hakkında şunları yazmıştır: “Bu kentin suyu ve havası ağır olduğundan, bahardan sonra kentte bir tek kişi kalmayıp Bulgar yaylasına çıkarlar. Bu kalenin kuzey tarafında küçük bir iç kaleciği vardır. Gayet mamurdur. Her tarafı hendektir. Etrafı 500 adımdır. Yedi kuledir. Dizdarı ve neferleri yaylaya gidemediklerinden renkleri sarıdır.”
Resim-9
Tüm bu bilgilerden Tarsusluların Antik çağda bile yazın bunaltıcı havasından kurtulmak için yaylalara çıktığını anlamaktayız.
KAYNAKLAR
1-W.M.Ramsay. Tarsus (Aziz Pavlus’un Kenti). Çeviri: Levent Zoroğlu. Türk Tarih Kurumu. Ankara. 2000
2-https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarsus
Yorum yap